İstiklal Caddesi
Her semt, her sokak, her cadde insanı anlatır bir parça… İnsandır onlara hayat veren. Tıpkı Beyoğlu’nda Tünel ve Taksim meydanları arasında uzanan meşhur cadde de, İstiklal Caddesi’nde olduğu gibi.
Akşamları ama ille de hafta sonları yolunuz düştüğünde büyük bir insan seli karşılar sizi, iğne atsan yere düşmez misali. Salah Birsel’in; “ İstiklal Caddesi dediğin/ Antep kilimine benzer / Beyazlar, yeşiller, karalar…” dizelerinde bahsettiği gibi çeşit çeşit insanla doludur İstiklal.
“Yeryüzünde böyle bir yer daha var mıdır bilmiyorum? Müzik marketlerden caddeye yayılan arabesk, protest, caz, pop, metal, klasik müzik, Türk müziği, türkü ve sınıflandırılamamış ne kadar şarkı varsa kulağınızı tırmalardı. Parfüm, ter, yemek ve çiçek kokuları arasında keyifle, kederle, aceleyle, dalgınlıkla, pervasızca, çapkınca, tek başına, toplu yürürdü insanlar…” böyle anlatır Ahmet Ümit, Beyoğlu Rapsodisi romanında İstiklal’i.
Ve devamında çok kollu, çok dallı büyük bir ırmağa benzetir bu muhteşem caddeyi, öyle ya papazından, cami hocasına, bankacısından, işportacısına, öğrencisinden, öğretmenine, tinercisinden, evsizine, yerlisinden, yabancısına insana dair ne varsa, kim varsa hepsini, herkesi sorgusuz sualsiz kucaklar bu meşhur cadde.
Bizim için 1927’den beri İstiklal, daha öncesinde Grand Rue de Pera veya Osmanlı’nın deyimiyle Cadde-i Kebir, hep böyle insan selinin akıp gittiği bir yer miydi? Ne zaman başlamıştı burada hayat ve ne zaman böylesi karmakarışık ama bir o kadar da büyüleyici olmayı başarmıştı?
Bu nokta da Beyoğlu’nun tarihi, caddenin tarihine karışır. Osmanlı’dan öncesine Bizans dönemine uzandığımızda önemli bir yerleşim ve ticaret merkezi çıkar karşımıza “Galata”. Bizans döneminde surlarla çevrili bir Cenova kolonisi olan Galata, o dönemin şartlarında son derece gelişmiş ve zengin bir bölgeydi. Çeşitli Latin toplulukları ve onların kilise ve manastırlarıyla doluydu. Burada yaşayanlar Haliç’in karşı yakasına yani bugünkü Beyoğlu’na, Yunanca’da “öteki yer” ya da “karşı yaka” anlamına gelen “Pera” derlerdi.
Galata Kulesi’nin biraz kuzeyindeki sur kapısının ilerisinden yokuş yukarı, kent dışına çıkılınca bugünkü Tünel Meydanı’nın(http://www.degisti.com/index.php/archives/1632) olduğu güney ucuna varılıyor ondan sonra da mezarlıklar, bağlar, bahçeler arasında dar bir yol uzanıyor, burada tek tük bağ evleri bulunuyordu.
Yani ne insan kalabalığı ne de çeşit çeşit binalar, ne ses ne gürültü, alabildiğince yeşil, yemyeşil bağlar, kuşların cıvıltısı…1400’lü yılların ortalarına kadar böyle…
1453’de İstanbul’un fethedilmesinden sonra başlayan Osmanlı dönemiyle beraber Galata’nın Bizans dönemindeki canlılığı da ticari önemi de azalmaz, aksine daha da artar. Ve zamanla Galata mevcut nüfusu barındıramaz hale gelince Galatalının burun büktüğü Pera bağlarına göçler başlar.
Venedik, Pisa, Amalfi kolonileri bu göçlerin öncüleri olurken ayrıca İtalya’dan, Fransa’dan, Hollanda’dan ve İngiltere’den de gelip yerleşenler olacaktı. 1500’lü yıllarda iyice belirginleşen bu nispi Avrupalı akını sonucunda, Galata surları içindeki Fransız Sefareti, bugünkü İstiklal Caddesi’ne çok yakın bir konuta taşınacak, sonra da Maison de France (Fransız Sarayı) denen sefaret binası inşa edilecek, bu binayı da İngiliz Sarayı izleyecekti.
Caddedeki ilk Müslüman yerleşmeleri ise II. Beyazıt döneminde başlar. 1482’de Osmanlı saray eğitiminin bir parçası olarak kurulan Acemioğlanlar Kışlası (Galata Sarayı Ocağı) ve 1491’de Sultan Beyazıt’ın veziri olan İskender Paşa’nın av köşkü yerine yapılan Galata Mevlevihanesi, yine aynı dönem de Tersane-i Amire Kalafatçıbaşısı Yunus Ağa’nın yaptırmış olduğu bugün kendi olmasa da adı Asmalımescit Sokağı olarak yadigar kalan Asma Mescidi bu yerleşimlerin öncüleri olarak çıkar karşımıza.
Buna rağmen bölgeye yerleşen yabancı sayısı her geçen gün artıyor ve artan bu nüfusun ihtiyacına paralel olarak da Cadde-i Kebir, yavaş yavaş bir alışveriş ve zanaat merkezine dönüşüyor, bunda da başrolü Avrupalı ya da İstanbullu gayrimüslim esnaf ve zanaatkarlar oynuyordu.
1600’lü yıllarda cadde de Galata Sarayı’na doğru Ceneviz elçisinin evi, Hollanda Elçiliği, St. Louis Kilisesi, Terra Sinte Kilisesi, onun biraz aşağısında Venedik Elçiliği, onun da yakınında Fransız Elçiliği, ileride tepede ise İngiliz Elçiliği binaları sıralanıyordu.
1700’lü yıllarda Pera (Beyoğlu)’nın oluşumu caddenin ekseninde devam ederken cadde üzerindeki yapılaşma da devam ediyordu. Yangınlar neticesinde günümüze ilk inşa edildikleri halleri ulaşamasa da bugün, sonraki dönemlerde yenilenen halleriyle mevcut olan yapılardan Saint Antoine Kilisesi(http://www.degisti.com/index.php/archives/9360), İsveç Sarayı(1757), Santa Maria Draperis Kilisesi(1769) inşa edilir.
1700’lü yılların sonlarında Cadde-i Kebir karşılıklı binalarla dolsa da Galata Sarayı’ndan sonrası tek tük görülen evler dışında boştur.
Cadde-i Kebir’in bugünkü tarzının gerçek şekillenmesi ise 1800’lü yılların ikinci yarısından sonra olacaktır. Komprador Burjuvazi’nin, Levantenlerin, Avrupalı serüvencilerin, ressamların, elçilik görevlilerinin, sonradan Müslüman olan yabancıların, Müslüman olmayan azınlıkların oluşturduğu bir “Batılı” getto olan Pera’nın kalbi, burada Cadde-i Kebir de atıyordu.
Cadde-i Kebir ki o dönem buradaki yabancılar içinse Grand Rue de Pera aslında her iki isim de aynı kapıya çıkıyor “Büyük Cadde”, birdenbire lüks, şık binaların yapıldığı, Avrupalı dükkanların, eğlenme ve dinlenme yerlerinin açıldığı son derece önemli bir merkez haline dönüşür. Mesela 1844’de şimdiki Çiçek Pasajı’nın(http://www.degisti.com/index.php/archives/7945) bulunduğu yerde inşa edilen Naum Tiyatrosu, Sultan Abdülmecit’in de opera izlediği önemli bir eğlence mekanı olarak çıkıyor karşımıza.
Sultan Abdülaziz dönemine gelindiğinde toprak olan caddenin zemini taşla döşenir, kanalizasyon yapılır ve cadde gazla aydınlatılır. Sonrasında Tünel’in inşası, atlı tramvaylar elektriğin getirilmesiyle elektrikli tramvaylar vb. ile çok sayıda alt yapı hizmetleri gerçekleştirilir. Balık Pazarı’nın kuruluşu da Sultan Abdülaziz döneminde olacaktır.
İstanbul’a 28 yaşında gelen batılı gezgin Edmondo di Amicis “İstanbul” adlı seyahatnamesinde 1874 yılının Pera’sını anlatırken, Cadde-i Kebir’ de gördüklerini de; “ Yürüdüğümüz yolun iki tarafına İngiliz ve Fransız konakları, şık kahveler, göz kamaştıran dükkanlar, tiyatrolar, konsoloshaneler, kulüpler, sefaret konakları sıralanmış. Burada çok farklı bir kalabalık var. Aşağı yukarı, soba borusu gibi erkek şapkalarıyla, tüylerle, çiçeklerle süslenmiş kadın şapkalarından başka bir şey görülmüyor. Rum, İtalyan ve Fransız kibarları, zengin tüccarlar, sefaret memurları, yabancı gemilerin zabitleri, sefir arabaları ve her milletten ne olduğunu bilmeyen, karışık suratlı insanlar görülüyor. ” şeklinde anlatıyor.
Amicis’in anlatımından da anlaşılacağı üzere 19.yy’ın sonlarında ve özellikle 20.yy’ın ilk çeyreğinde Cadde-i Kebir, çok sayıda dilin konuşulduğu, Osmanlılarda var olan bütün etnik toplulukların yanı sıra pek çok ulustan Levantenin ya da yabancının yaşadığı, gezdiği, eğlendiği, alışveriş yaptığı, kozmopolit bir yerdi.
Cumhuriyet’ten sonra yer adlarının Türkçeleştirilmesi sırasında adını İstiklalle değiştiren Cadde-i Kebir, yabancılar için hala Grand Rue de Pera’ydı ve cadde değişik renklerini koruyordu. Ancak zamanla Levantenler azaldı, yabancılar ülkelerine döndü, II. Dünya Savaşı’ndan sonra gayrimüslimler de birer ikişer ülkeden ayrılınca cadde başka bir kimliğe büründü. Özellikle 1950’lerde başlayan “taşı toprağı altın İstanbul”a olan göçlerden cadde de aldı nasibini.
Caddenin arka sokaklarında gecekondulaşma başlarken yine cadde ekseninde kahvehaneler, aşhaneler, pavyonlar türemeye başladı. 1966 yılına kadar devam eden elektrikli tramvay bu tarihten sonra yerini motorlu araçlara bıraktı ki bu caddeyi eski kimliğinden neredeyse tamamen uzaklaştırdı. Etrafına inşa edilen düz, özensiz binalarla 70’li, 80’li yılların İstiklal Caddesi, herhangi yeni yapılmış bir caddeden pek de farklı değildi.
1990’lı yılların ortalarından itibaren cadde yeniden hatırlanır ve bu bağlamda mimari değer taşıyan eski şık binalar onarılır, ön cepheleri temizlenir, zemin taşları yenilenir, önce yan sokakların caddeye açılan kesimleri, sonra da cadde trafiğe kapatılarak nostaljik tramvay yeniden arz-ı endam etmeye başlar cadde üzerinde. Tramvay raylarına paralel ağaçlar dikilir.
Caddenin adeta horlandığı yıllara isyanı zaferle nihayetlenmek üzeredir, onun tüm derdi eski önemli günlerine dönmektir ve 2000’li yılların başlamasıyla o, yine çok sevdiği eski günlerinde olduğu gibi ziyaretçilerini ağırlamaya devam eder.
2002’de başlatılan “Güzel Beyoğlu Projesi’nin” ilk ayağı olur İstiklal. Kentsel tasarım projeleri doğrultusunda restorasyon, yenileme, temizlik, boya, tabela, tente ve benzeri düzenlemelerle cadde tarihi dokusuna uygun bir hale getirilir. 2005’de etrafındaki ağaçlar sökülür, zemin taşları yenilenir. Aynı proje kapsamında caddenin olmazsa olmaz mekanlarından Balık Pazarı, 2007’de yenilenir.
Cadde de herkes için bir şeyler vardır mutlaka alışveriş tutkunları için birbirinden ünlü markaların mağazaları, kitap kurtları için kitap kafeler, kitapevleri, eğlence delileri için eğlence mekanları, sinema delileri için sinema salonları, tiyatro severler için tiyatro binası…
Cadde de yürümek hiçbir yer de yürümeye benzemez, şöyle alıcı gözlerle baktığımız da caddenin iki yanına dizilmiş muhteşem binaların birbiri ardına sıralandığını görürüz. Caddeye girişte meydana adını veren Taksim Maksemi(http://www.degisti.com/index.php/archives/5439) karşılar bizi. İleride sağda Fransız Kültür Merkezi ardından Sultan Abdülhamit’n mabeyincisi Ragıp Paşa’nın kendi adıyla anılan apartmanı, ileride şimdilerde restorasyonu devam eden Hüseyin Ağa Camii(http://www.degisti.com/index.php/archives/10316), yanında yine Ragıp Paşa’nın yaptırdığı Rumeli Pasajı, hemen karşısında Anadolu Pasajı ile Büyük ve Küçük Parmakkapı sokaklarını birbirine bağlayan Afrika Pasajı çıkar karşımıza.
Rumeli Pasajı’nın biraz ilerisinde Yeşilçam’ın ünlü filmlerinin ünlü mekanı Emek Sineması’nın da içinde bulunduğu Emek Pasajı sonrasında Halep Pasajı ve karşısında Atlas Pasajı derken meşhur Çiçek Pasajı ve Galatasaray Meydanı. Meydanda Cumhuriyet’in 50.yılı için yapılmış heykel ve pek tabi ki meydana adını veren görkemli Galatasaray Lisesi(http://www.degisti.com/index.php/archives/5975) çeker dikkatimizi.
Meydanın köşesinde Aznavur Pasajı, İstiklal Caddesi ile Meşrutiyet Caddesini birbirine bağlayan Hacopulo Pasajı. Bitmedi elbet, Sen Antuan Kilisesi ve bitişiğinde Mısır Apartmanı, karşısında ise farklı yapısıyla saygınlığını koruyan Elhamra Hanı, sağda 19.yy’da yapılan maskeli balolarıyla ünlü İsveç Konsolosluğu, Soğuk Savaş’ın etkisiyle olacak kendini duvarların ardına saklayan Rus Konsolosluğu ve kapısı iki aslan kabartmasıyla süslü Hollanda Konsolosluğu, yani her adımda tarih…
Santa Maria Draperis Kilisesi, II. Abdülhamit’in modacısı Jean Botter için yaptırdığı Botter Han, binaları birbirine köprülerle bağlanan Suriye Pasajı, Ruslara özgü farklı mimarisiyle dikkat çeken Narmanlı Hanı(http://www.degisti.com/index.php/archives/10519)…
İstiklal Caddesi, bir cadde olmanın çok ötesindedir anlayacağınız. Bazen bir film seti, bazen bir romanın orta yeri, bazen bir şiir, bazen de bir şarkı. Ya da canlı tarih müzesi, belki de her birinin harmanı kocaman bir tiyatro sahnesi…
Yazar: Ayfer İlter
Kaynakça:
Ahmet Ümit, Beyoğlu Rapsodisi, İst.2010
Behzat Üsdiken, “İstiklal Caddesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,4, İst.1994, s.265-271
Edmondo de Amicis, İstanbul, Ankara 1993
Linkler:
mydestination.com
selmaer3
İstanbul’un kalbi İSTİKLAL CADDESİ’ni çok severim.Üniversiteyi tarihi MISIR APARTMANI’nda okudum.(Galatasaray İşletme Yüksek Okulu(1974-78),sonradan Marmara Üniversitesi’ne bağlandı.Bizim zamanımızda eski sinemalar,Bab Kafeterya,Self Servis,Titiz Mağazası,Vakko,İnci Profiterol,Markiz Pastanesi,tünel,eski dolmuşlar,eski otobüsler,herşey çok çok güzeldi.Sinema Günlerinde Beyoğlu’nun havası bir başka olurdu.Eski kitapçılar,kürkçüler,şapkacılar,gelinlikçiler,pasajlar,sinemalar,pastaneler,insanlar,Çiçek Pasajı..Bir çok eski değerler kalmadı maalesef.Şimdilerde eskisi gibi olmasa da,yine de çok seviyorum.Tarihi binalara gereken önemin verilmesini,korunmasını,restore edilerek bu güzel değerlerin gelecek yıllara sağlam bırakılmasını diliyorum.İstanbul’umuza,Beyoğlu’na sahip çıkalım.Başka İstanbul yok. selma er.